Hakkımda yazmaya öncelikle isim karmaşasına açıklık getirerek başlamak istiyorum. Ben, 27 Haziran 1982 yılında Kahramanmaraş’da dünyaya geldim. Babam nüfus cüzdanımda ismimi “Saadet Gamze” olarak kaydettirmiş, babaannem beğenmemiş, çünkü “Gamze” kelimesinin farsça anlamının iyi olmadığına inanıyorumuş. Bu nedenle bana “Zeyneb” demeye karar vermişler. İlkokula gidip adımı yazmayı öğrenene kadar gerçek adımın “Saadet Gamze” olduğunu bilmiyordum. Bu nedenle okulda bana neden “Gamze” dendiğini de anlayamadım bir süre. Zamanla bu duruma alıştım, fakat her sene “Zeyneb” diye seslenenlerin sayısı azalıyordu. Bu hal böyle devam edince yirmi beş yaşımda avukat tutup mahkeme kararıyla ismimi resmen “Zeyneb” olarak değiştirmeye karar verdim. Çünkü en çok Zeyneb’in anlamını kendimle özdeşleştirmiştim. Zeyneb, “değerli taşlar, mücevher”, bir de Zeyn-u Eb yani “Babasının süsü” anlamındadır.
İsim sorunuyla hayata başladıktan dokuz sene sonra babam Ahmet Başıbüyük, 1991 senesinde boşanmak üzere olan arkadaşını arabayla barıştırmaya giderken geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. Bu kayıp benim bir günde büyümeme sebep oldu. O gün çocukluğum bitti. Bir kız çocuğu babasına ne kadar düşkün olabilir ve sevebilirse ben de babamı o kadar çok seviyor ve babam tarafından da çok seviliyordum. Yaşadığım bu ani kayıp benim için bir enkazın altında kalmak gibiydi, dünyam başıma yıkılmıştı.
Babamın ölümünden önce annemle çok fazla anım yoktu. Annem, çerkez adet ve geleneklerine göre büyütülmüştü, bir de üstüne öğretmen olduğu için babama göre daha resmi bir iletişimimiz vardı onunla. Babam ölünce tek dünyam annem olmuştu.
Ablam Dr. Ayşe Başıbüyük Altunbay çocuk psikiyatristi. Babam “Anne babanızdan daha çok birbirinizi sevmelisiniz. Gün gelir bizler yanınızda olmayacağız ama sizler hep beraber olacaksınız” diyerek ayrıldı aramızdan. Şu anda o da Adıyaman’da mecburi görevini yapmaktadır. Aynı zamanda Avusturya’da sosyal politikalar alanında yaptığı faydalı çalışmalar nedeniyle yılda bir iki kişiye verilen ikinci vatandaşlıkla da ödüllendirilmişti.
Onüç senedir evliyim, eşim de aslen Trabzonlu ama Bolu’da doğup büyümüş. Kendisi iç hastalıkları doktoru Fatih Akdoğan.
Türkiye’de 28 Şubat postmodern darbesi olduğunda Kahramanmaraş Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde öğrenciydim. Hem başörtüsü sorunu hem de katsayı sorunuyla karşı karşıyaydım. Hayallerim de, onlara kavuşmama engel olan engeller de büyüktü. Duanın gücüne inandım ve ilk hayalim olan, üniversite eğitimini Viyana Teknik Ünivesitesi’nde tamamladım. Önce Kıbrıs Gazimağosa’da Bilgisayar Mühendisliği alanında eğitime başlamıştım ama orda da başörtüsü sorunu yaşanınca Viyana’da devam etmek zorunda kaldım. Viyana’da bilgisayar mühendisliği alanlara ayrılmıştı, ben sağlık bilişimi alanını seçtim. Oldukça sancılı bir süreç olmasına rağmen sonu güzeldi.
Sağlık Bilişiminin ne olduğunu başkalarına anlatmak zordur. Çünkü Türkiye’de sadece Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde lisans eğitimi vardır. Sağlık bilişiminin alanlarından biri olan bilgi yönetim sistemleri (Information Management System) alanında ilerlemeye karar verdim. Bu nedenle yüksek lisans eğitimimi Hacettepe Üniversite’sinde sağlık yönetimi alanında “Kalp Yetersizliği Olan Hastaların Hastaneye Yeniden Yatışı ile İlgili Faktörlerin Veri Madenciliği Teknikleri ile İncelenmesi” konusunda yazdığım tez ile tamamladım. Doktora eğitimine Üsküdar Üniversitesi’nde sağlık yönetimi alanında devam etmekteyim.
Viyana’da okurken bir gün ülkeme geri dönüp üniversitede sağlık bilişimi alanında ders vermek en büyük hayalimdi. Bir dönem bir devlet üniversitesinde misafir öğretim üyesi olarak ders de verdim. Fakat sonrasında kadro ile ilgili beklentiye girmemem çünkü rektörün tanıdığı olmadığım söylendi. Öyle bir açıklamaydı ki… O gün itibariyle ve çok kısa sürede Türkiye’de akademik ortamın vahim halini anladım. Daha önce başörtüsü yasakları yüzünden gitmiştik, şimdi de “tanıdık”, “akraba ilişkileri”, “aynı cemaatten olmamak” gibi adaletsiz gerekçeler yine bana eğitim için yurt dışına gitmem gerektiğine işaret ediyordu.
Hem çocukken babamın ani kaybı, hem 28 şubatta ülkemizde eğitim hakkımızın engellenmesi, hicret etmek zorunda kalmak, oranın yeni dilini öğrenmek, orda kültürel sorunlar yaşamak, ülkemize geri dönünce bitti denilen başörtüsü sorununun aslında bitmediği, herşeyin basit bir “cemaat” ya da “tanıdık” meselesine indirgendiği, akademik kalitenin hiçbir öneminin olmadığı gerçeğiyle yüzleşmeler psikolog desteği olmadan başedebileceğim gibi değildi. Pandemiden önce başladığım psikolog ziyaretlerime hala düzenli devam etmekteyim. Bu sayede siyasetle ilgili yaşadığım hayal ve kalp kırıklarımı ancak sarıp sarmalayabilmekteyim.
Artık içime döndüğüm ve doktora bitse de akademik hayatıma yurt dışında devam etsem dediğim bir gece… Harıl harıl doktora yeterlilik sınavına hazırlanırken birden garip bir sıkıntı çöktü yüreğime. 06.02.2023… Karlı bir kış gecesiydi, içimi anlamsız, büyük bir sıkıntı kaplamıştı. O gece gözümü bir saniye bile kapatamadım. Salonda halının üzerine öylece oturup dua ettim beklenen İstanbul depremi o gece olmasın diye. Karda kışta kaldıramayız o imtihanı diye sabaha kadar yalvardım Allah’a. Sabah beş buçuk civarında “artık yatabilirim deprem olmadı, genelde depremler gece daha erken saatlerde olur” diye sevinirken, Kahramanmaraş’ta şiddetli bir deprem olduğu haberini aldım. O gece akrabalarım, en sevdiğim ilkokul arkadaşım Beril, onun çocukları ve babası, kardeşleri, yiğenleri dahası en az 100.000 kişiye yakın canımızı kaybettik enkazların altında. Senelerdir uyarılar yapılıyordu bu deprem için ama yöneticiler gerekli önlemleri almışlar mıydı? Binalar güçlendirilmiş miydi? Daha önce tatbikat yapılmasına rağmen çadırlar da olması gereken yerlerde miydi? Tatbikatta çadır kısmı ve depremden hemen sonra, afetin ilk saatlerinde neler yapılması gerektiği planlamış mıydı? Tatbikatın raporunu okuduğumda bu soruların cevaplarını bulamadım.
O günden sonra ben de İstanbul’dan Ankara’ya taşındım. Geçen sene 3+1 fiyatının iki katına ancak 1+1 ev tutabildim üstelik biri 10 diğeri 7 yaşında olan hareketli iki erkek çocukla! Toparlanmak için her zamankinden daha çok güçlenmeye ihtiyacımız var. Bu nedenle web sitesini kurmaya ve Youtube’da Zeyneb Akdoğan adında bir Vlog kanalı açmaya karar verdim. Ne de olsa benim dokuz yaşındayken dünyalar başıma yıkılmıştı. Bu sefer doğduğum şehir enkaz altındaydı. Nasıl kendimi zamanla o enkazdan kurtardıysam yine çıkabilirdik o enkazdan. Çünkü aynı dertleri vardı tüm annelerin, farklı ama aynı.
Keyifli Dersler kanalı da doktora derslerim için açılmıştı depremden önce. Depremden sonra devam edemedim ama yakında SPSS uygulamalı istatistik dersleriyle devam edeceğim.
Son olarak Viyana’da dokuz sene Yenihareket gazetesinde gönüllü gazeteci olarak çalışmıştım. Lisedeyken de 2-3 sene her ay dergi çıkarırdık arkadaşlarımla “Gonca” adında, okulumuz da basar ve dağıtırdı. O zamanlar yazdığım hikayeleri okuyan benden alt devredeki kardeşlerim yazdıklarımın kendilerini olumlu anlamda değiştirdiğini, çok etkilendiklerini hatta namaza bile başladıklarını anlattırlardı. Ben oysaki babasının kaybına alışmaya çalışan bir genç kızın gönül yangınını kendince yazdığı hikayelerle söndürme çabasındaydım. Amacım kimsenin hayatında olumlu bir etki bırakmak ya da iyi örnek olmak değildi. İşte o zamanlar, henüz 15-16 yaşlarımda, yazının ne kadar güçlü olduğunu anladım. Daha önce doktora bursiyeri olarak çalıştığım Tübitak 2232 projesinde web sitesi ve dijital pazarlama sorumlusuydum oradan gelen tecrübeyle kişisel blog ve vlog sayfalarımı açmaya karar verdim.